Donald Trump’ın Amerika Birleşik Devletleri’nin ekonomik politikasını ne yöne sürükleyeceği şu aşamada kimse tarafından bilinmemektedir. Kendisi, seçim yampanyası boyunca korumacı bir politika takip edeceği yönünde ipuçları vermiş ve özellikle de Çin’e yüklenmişti. Tabi ki, seçilmek ve ülkeyi yönetmek bir birinden çok farkı konulardır.
Ülkenin yeni yöneticisi olarak koltuğa geçmesinden sonra yaptığı ilk icraatlardan birisi ABD’yi Trans Pasifik Ortaklığı’ndan çekmek olmuştur. Bu ticaret anlaşması, katılımcı 12 ülkenin birbirleriyle olan ticaret ilişkilerini güçlendirmek maksadıyla düşünülmüştü. Bu kararname aslında devrimsel bir özellik taşımamaktadır zira bu ortaklık daha önce ABD Kongresi tarafından bloke edilmişti - böylelikle anlaşmanın ilerlemesi de mümkün olmamıştı (anlaşmaya göre, imza atan altı ülkenin toplamının yeni bloğun GSYH’sinin %85’ine erişmesi gerekmekteydi).
Buna rağmen, Avustralya halen Trans Pasifik Ortaklığı’nın faydalı olacağına inanmaktadır ve buna bağlı olarak sadece 11 ülke tarafından imzalanacak yeni bir anlaşmanın öncülüğünü yapmaktadır (Brexit savunucuları bunu bir yere not alsın!). Eğer ABD dahil olsaydı, Trans Pasifik Ortaklığı, küresel ticaretin %40’ını temsil edecekti. Böyle bir ortaklık ABD’nin yokluğunda bile önem taşıyacaktır. Geriye kalan 11: Japonya, Malezya, Vietnam, Singapur, Brunei, Avustralya, Yeni Zelanda, Kanada, Meksika, Şili ve Peru’dur.
ABD’nin ortaklıktan çekilmesi Çin’in hoşuna gidecektir zira eğer ortaklıkta ABD de yer alsaydı kendi devasa ekonomisinin bölge üzerindeki etkisi azalacaktı. Çin, “açık ve şeffaf bölgesel ekonomik anlaşmalar”dan yana olduğunu ifade etmektedir.
Çin hükümeti sözcüsü, “Bölgesel ekonomik entegrasyona inanıyoruz. Biz açık ve şeffaf bölgesel ekonomik anlaşmalardan yanayız. Asya Pasifik bölgesi ekonomileri farklı yapılara sahip. Açık davranmak önemli. Tüm taraflar ile birlikte çalışmaya ve küresel ekonomiye ivme kazandırmaya hazırız” açıklamasında bulunmuştur.